24 Ekim 2016 Pazartesi

AŞKTA KAYBEDEN GENÇ WERTHER

NTV yayınlarından çıkan Andrew Shaffer kitabı "Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar"ı pek severim, demek ki filozof da olsan... gibi cümleler kuruyorum kitap bittiğinden beri, çünkü kitap, Sokrates, Sartre gibi babaların aşkta talihsizliklerini konu ediyor, kitaptan çok sevdiğim bir bölümü size aktarmak istiyorum:

Goethe bölümü:
Karşılıksız aşk, Johann Wolfgang von Goethe'nin 40'lı yaşlarına kadar tıpkı bir salgın gibi peşinden gitti. İstisnasız her biri hüsranla biten bu ilişkiler Goethe'nin şiir ve yazılarının temel kaynağı oldu.

Goethe'yi edebi süperstarlığın stratosferine çıkaran eseri Genç Werther'in Acıları, evli bir kadına aşık olan bir gencin mektuplarından oluşan bir romandı. Genç Werther'in aşkı kibarca karşılanmamıştı.  Werther romanda şöyle diyor: "Bazen kendime, kaderim ne kadar biricik, diyorum. (...) Bütün diğer erkekler şanslı, hiçbiri senin kadar acı çekmedi, diyorum."

Çektiği ızdıraba daha fazla dayanamayan Genç Werther romanın sonunda kendini vurarak intihar eder. Goethe, karakteri, arkadaşı Jerusalem'i temel alarak kurgulamıştır. Jerusalem de tıpkı Werther gibi benzer bir aşk çıkmazının sonunda kendini öldürmüştür. Goethe'nin kendisi de intihar düşüncesi etrafında epey dolanmıştır.

Kayda değer silah koleksiyonumun içinde güzelce parlatılmış bir hançerim var. Her gece yatağıma uzanıp mumu söndürmeden evvel, o güzel hançerle kalbimde derince bir delik açabilecek miyim diye bir bakarım.

Goethe, Werther'i yazarken, depresyon semptomlarından iyiden iyiye kurtulduğunu söyler. Ancak kitabın toplum üzerinde etkisi aksi yönde oldu.

Kitap, 1774 yılında basılmasının ardından tüm Avrupa'da büyük bir edebi sansasyona neden oldu. Kalbi kırık bir sürü genç, Goethe'nin kahramanı gibi sarı pantolon, mavi ceket ve yakası açık gömlekler giyip ortalarda dolanmaya başladı. Maalesef, pek çok genç erkek tıpkı Werther gibi işi sonuna kadar götürüp intihar etti.

Birbirinin kopyası intiharlar, mantar gibi çoğalarak tüm kıtaya yayıldı. "Koca bir mayını patlatmak için nasıl küçücük bir kibrit yeterse, benim kitabım da buna benzer bir etkiyle adeta koca bir patlama yarattı." İtalya, Almanya ve Danimarka'daki otoriteler, gençlerin üzerindeki etkisini sınırlamak için kitabı yasakladı. Ama tüm diğer moda akımları gibi acı çekme alt kültürü de bir süre sonra yok oldu.

Bu da böyle güzel bir alıntıydı canısılar, keyifli okumalar.

Kişisel Gelişemeyen Kız
24 Ekim 2016

LEGEND/EFSANE FİLMİ

Güzel bir Pazartesi günü, güzel bir film önerisi yapayım mı?
Bakın hanımlar beyler, son dönem oldukça Tom Hardy filmi izledim fakat bu bambaşka bir performans! Tom Hardy, The Revenant'taki performansıyla "Yardımcı Erkek Oyuncu" dalında Oscar adaylığı olmasına rağmen iddia ediyorum, burdaki performansı, o performansın çok üzerinde. Adama hayran kaldım resmen!
  Legend, 1960'lı yıllarda Londra'da bir organize suç örgütünü yöneten Kray ikizlerinin(Ronnie Kray-Reggie Kray) hayatını anlatıyor. Aynı filmde iki ayrı karakteri oynamak zaten yeterince zorken, Hardy bunu o kadar mükemmel şekilde yapıyor ki... Adam öyle bir oynamış ki; iki kardeşin birbiriyle alakası yok! Birinden nefret ederken, birine aşık oluyorsun adamların! 2 kardeşi, film itibariyle farklı kılan sadece kılık kıyafetleri, saç stilleri vs olmamış, Tom Hardy, Reggie Kray'ken tam bir Reggie, Ronnie Kray'ken tam bir Ronnie olmuş! İnanılmaz, inanılmaz,inanılmaz...
  Filmi izlemeden önce, konusuna baktım, İngiliz suç şebekesi falan diyor, hani alışmışız Meksika kartellerine, Amerikalı gangsterlere, bir garibime gitti o yüzden, İngilizlerden hiç böyle bir atraksiyon beklemiyordum, o beyefendi, o lord hallerinden :))
  60'lar filmleri sevenler, biyografik film meraklıları, Legend'a bir şans verebilir, benden tavsiye etmesi :))

Kişisel Gelişemeyen Kız
24 Ekim 2016

22 Ekim 2016 Cumartesi

SECRET IN THEIR EYES/GİZEMLİ GERÇEK FİLMİ

Secret in Their Eyes  filmi, 2009 yılı Arjantin-İspanya ortak yapımı "El Secreto de Sus Ojos" filminin remake'i. 2015 yılında Amerikalılar filmi, Julia Roberts, Chiwetel Ejiofor, Nicole Kidman'lı kadrosuyla çekti. 
   İspanyol sineması, garip bir şekilde, en akla gelmeyecek konuları bulur, üstüne bir de onları akıl almaz şekilde beyaz perdeye aktarır. Filmi izlemeyenlerin her iki versiyonu da izlemelerini tavsiye ederim. 
    Hikayede, belki de bir polisin başına gelebilecek en kötü şey, bir adamın aklına gelmiş zamanın birinde ve senaryoda işlenmiş: ceset görmeye alışkın ve her zamanki gibi olay yerine cesedi incelemeye giden kadın polisin(Julia Roberts) bir çöp konteynerinde kendi kızının cesediyle karşılaşması. Bu defa herhangi birinin kızı, torunu, sevgilisi değil, bu defa ceset çok tanıdık. İzlerken tüylerim diken diken oldu evet. Hele o Julia Roberts'ın cesedi gördüğü andaki oyunculuğu yok mu! Karakteri iliklerine kadar hisseden bir oyuncudur ki hepiniz biliyorsunuz bunu. Spoiler vereceğim şu an kimse kusura bakmasın: Julia Roberts'ın kızının katilinin peşine düşüp(kızı için adaletin yerine gelmeyeceğine inandığından), katili öldürmek yerine, onu cezaların en büyüğüne, en beterine çarptırması: bir ahırın içinde kimsesizliğe mahkum etmesi ki; hapishane hayatından bin kat kötü olmalı. Katilin yıllardan sonra o hapishanemsi hücrede, öldürdüğü kızın annesinden başka bir yüz gördüğünde, o yüze dönüp şunları söylemesinden anlıyoruz yalnızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu;
  - (Julia Roberts'ı kastederek) Lütfen ona söyle benimle konuşsun!
Anne, katili hücreye tıkıyor, 20 yıl boyunca ölmesin diye sadece yemek veriyor ona, katile tek kelime sarf etmeden.
Şu an yazarken bile çok kötü oldum gençler, kendimi tutamadım yazdım bir şeyler ama ben bir filmi izlemeden önce nette dolanırım, önce trailerı izlerim, tatmin olmam imdb puanına bakarım, daha da kararsız kalmışsam filmle ilgili yapılan yorumlara bakarım, bu yazı da bu filmi izleyip izlememekte kararsız kaldıysanız size yardımcı olur umarım.

Kişisel Gelişemeyen Kız
22 Ekim 2016

21 Ekim 2016 Cuma

ANNA KARENINA


Rus Edebiyatı okuma furyası, 90'ların çocukları arasında çılgınlık derecesindeydi. Rus yazarların kitaplarını okur okur ağlardık, Allahım o nasıl bir acı, nasıl bir dram, yemin ediyorum bizim İbrahim Tatlıses filmlerinden beterdi. Küçücük canımızla, merakla okurduk sanki sonuç değişecekmiş gibi, ama hikayenin kahramanları ya ölürdü, ya ayrılırdı, ya kürek cezasına çarptırılırdı. 
   Anna Karenina filmi, içime oturan filmlerden biri oldu. Film çok iyi bir film bence, kostümleri, müzikleri, farklı kurgusu, Keira Knightley'nin her zamanki başarılı performansı, Alicia Vikander'ın dünya sinemasına etkileyici bir giriş yapması, Aaron Johnson'ın... Ahh Aaron Johnson :))) Film çok güzeldi güzel olmasına ama filmin sonundaki o acı içime çöreklendi resmen. Ooo hadi ama spoiler sayılmaz bu, Anna Karenina kitabını herkes biliyor, 1453 Fetih filminin sonunda İstanbul'un Fatih tarafından fethedildiğini söylemek kadar spoiler olur bu, daha çok değil! :)) 
    Tolstoy, acaba gerçek bir hikayeden mi yola çıkmıştır kitabı yazarken yoksa tamamıyla kurgu mudur bilmiyorum ama bizim o masum kalplerimiz, kurgu da olsa dayanamaz ayrılıklara, ölümlere, bilumum acılara... Ay o kadın, Kont Vronsky diye diye öldü adi adam! :)) Kız bak yazarken sinirlendim :)) Sonunda çok üzüldüğüm filmleri hemen unutmayı tercih ediyorum, Anna Karenina aklıma geldikçe içimi sızlatacak ama hani beyaz perdenin önemli yapıtlarından biridir, izlemezseniz de benim gibi aklınız kalır belki, izleyin ve gerçek hayattaki Kont Vronsky'lerden uzak durun bacılarım :))

Kişisel Gelişemeyen Kız
21 Ekim 2016

THE DOORS FİLMİ

Ahhhh nasıl güzel film, nasıl güzel adam, nasıl güzel şarkılar... Herkesin hayatı kendine, herkesin fikirleri, yaşam tarzı kendine... Ben sadece bu cümleyi kurabiliyorum Jim Morrison'ı düşündükçe... Sanatçıları bizde var eden şey ne ürettikleri çünkü, ne kadar ürettikleri, o üretilen şeylerin kalbimize dokunup dokunmadığı, yaşam tarzları ya da inanışları değil, Jim Morrison bu anlamda birçok insanın hayatına dokundu, onlardan biri de benim.
   Ezelden beri severim kendisini, şarkılarını ama bu film yok mu... The Doors filmi 1991 yapımı biliyorsunuz. Film yapıldığı dönemde eleştiri yağmuruna tutulmuştu Jim Morrison tasvirinden dolayı. Evet bana da aşırı geldi o tasvir ama aşina olunmayan yaşam tarzları hep aşırı gelmez mi zaten bünyeye? Jim Morrison gerçekte, filmdeki o adam olsun ya da olmasın, bugün ölümünün üzerinden nerdeyse 50 sene geçmiş olmasına rağmen insanları etkilemeye devam ediyor.
    Filme bakacak olursak; şunu söyleyebilirim: Val Kilmer, Val Kilmer, Val Kilmer... Oyuncunun, bu filmdeki performansından dolayı yeteri kadar hakkının verildiğini düşünmüyorum, belki de filmin eleştirel tarafı onun da haksızlığa uğramasına sebep olmuştur. Val Kilmer, bizim o şarkı videolarında gördüğümüz, sakin sakin şarkısını söyleyen, temiz yüzlü, iyi aile çocuğu görünümlü Morrison'u almış ve bambaşka bir levela taşımış, eleştiri oklarının başlıca sebebi bu diye düşünüyorum, bu bile onun hakkını vermek için bir sebep.
      Demem o ki; The Doors'u izleyin, izleyin yahu, benim gibi ağlayın bir de mezarlık sahnesinde, sonra The Severed Garden'ı sesini açıp açıp dinleyin yeniden, dinledikçe yeniden ağlayın. Bugün bile içim acıyor, hâlâ, ölümünü kabullenemediğim canısılarımdan biridir Jim Morrison, yattığı yer cennet olsun desem komik olmam değil mi:)) 

"People are strange when you're a stranger 
Faces look ugly when you're alone 
Women seem wicked when you're unwanted 
Streets are uneven, when you're down"

Hayat, bazı şeyleri kabullendikçe daha kolay, insanları anlamaya çalıştıkça daha katlanılabilir...

Kişisel Gelişemeyen Kız
21 Ekim 2016

12 Ekim 2016 Çarşamba

STEVE JOBS


Güzel bir Ekim öğle sonrasından herkese merhaba. Hava pek mi güzel sanki yoksa benim keyfim mi yerinde bilemiciim :)) Gençler, dün Steve Jobs'u izledim(evet yeni izledim ne var! :)) Yahu vizyon tarihinde izlemek mümkün olmuyor hepsini, ayı çıkabiliyor, taş düşebiliyor neyse filme dönelim:
  Ben hayatım boyunca, senaryosu bu kadar mükemmel çok az film izlemişimdir, nasıl güzel replikler, nasıl akıcı diyaloglar... Steve Jobs, hatırlarsınız Ashton Kutcher'ın Jobs filmini hem cast olarak hem senaryo olarak, daha doğrusu her şeyiyle uzak ara gerisinde bıraktı.
  Michael Fassbender, o nasıl güzel oyunculuk ki; biliyorsunuz 2015 Oscar En İyi Erkek Oyuncu adaylarından bir tanesiydi, heykelciği Leonardo Di Caprio'ya kaptırdı ama o da artık alsındı canım, bütün dünya perişan olduk adam senelerdir Oscar alamıyor diye.
   Seth Rogen, normalde bu adamın oyunculuğuna bayılmam ama o nasıl uygun bir cast olmuş Steve Wozniak için, tam bir Woz olmuş kendisi helal olsun!
   John Sculley'yi  (bir dönem Apple CEO'su) canlandıran Jeff Daniels, adam göstere göstere oynamış, böyle oynanır demiş, ders vermiş resmen!
   Kate'im Winslet'ımdan bahsetmeye ne hacet, o zaten her daim mükemmel değil mi? :)) Hollywood'da bir Meryl Streep'e bir de Kate Winslet'a 20 tane Oscar verseler, yahu azıcık da başkaları sebeplensin demem, o derece hayranımdır.
  Filmin diğer şahane yanlarına gelecek olursak; zaman geçişlerine bayıldım! O geçişler sırasında oyuncuların saç vs değişim ayrıntılarına bayıldım. Michael Fassbender'ın gerçek Jobs'dan daha yakışıklı olması dışında beni filmle ilgili rahatsız eden tek bir nokta yok! Adam baştan ayağı Jobs olmuş yahu! Ekibin emeği büyük eyvallah ama şimdi   "Michael Fassbender faktörü" desem ve ... koysam şuraya sen beni anlarsın herhalde canım kardeşim :)) 
  İnsanı gram sıkmayan, ne zaman bittiğini anlamadığınız şahane ötesi bir eser. İzleyeceğiniz varsa, göreceğiniz de var hadi bakalım :))

Kişisel Gelişemeyen Kız
12 Ekim 2016

1 Ekim 2016 Cumartesi

FREUD MUTLULUK DEDİĞİMİZ ŞEY KİTAP NOTLARIM

Freud'un "Mutluluk Dediğimiz Şey" kitabında, kendisinden "Neden sofuların hiçbirisi psikanalizi keşfedememiştir? Neden Allahsız bir Yahudi'ye kalmıştır bu keşif?" diyor ve devam ediyor, buyrun Freud'dan en favori aforizmalarım:

  • Aşık birinin deliden farkı yoktur.
  • Deli dediğimiz kişi, uyanıkken düş görendir.
  • Uygar toplum, insanların birbirlerine karşı duyduğu içgüdüsel düşmanlık sebebiyle sürekli parçalanma tehdidi altındadır.
  • Yaratılış planının, insanın mutlu olması gibi bir maksadı yoktur.
  • Başkalarının davranışlarının altında yatan nedenleri anlayabilseydik, her şey bir anlam kazanırdı.
  • Sevildiğinden emin biri nasıl da cüretkâr olabiliyor.
  • Paylaştığımız zamanlar, yaşamın düzyazısında şiirdir.
  • Psikiyatri, insanlara divanda uzanırken, ayakları üstünde durmayı öğretme sanatıdır. 
  •  Bireyin ruhsal gelişimi, insan ırkının gelişiminin kısa bir tekrarı gibidir.
  •  Ego, dışarıya karşı net ve keskin sınırlar çizer gibi görünür. Alışılmadık gelse de hastalıklı olarak yaftalanamayacak tek bir durumda ise bunu yapamaz. Aşkın zirvesindeyken ego ile nesne arasındaki sınırlar, silinme tehlikesi arz eder. Aşık kişi, duyularının tüm tanıklıklarının aksine "ben" ve "sen" in bir olduğunu ve bu bir gerçekmiş gibi davranmaya hazır olduğunu ilan eder. 
  •  Çocuk yapmayı, doğal bir ihtiyacın zaruri olarak giderilmesi gibi bir karmaşıklıktan çıkarıp, kasıtlı ve üzerinde düşünülmüş sorumlu bir eylem seviyesine çekebilseydik, insanlık adına en büyük zaferlerden birini kazanmış, doğanın koyduğu sınırlardan esaslı bir şekilde özgürleşmiş olacaktık.
  •  Bir nesneye duyulan aşk içgüdüsü, o nesneye sahip olacak gücü de ister; kişi nesneyi kontrol edemeyeceğini hisseder ya da kendisini nesnenin tehdidi altında hissederse, ona karşı olumsuz tavırlar sergiler.
  •  Özlem ve mahrumiyet biçimlerine bürünen aşk, insanın özsaygısını azaltır.
  •  Hızla değişen koşullara uyum sağlamaya gönülsüz tembel zihinler için tutuculuk, hep benimsenmiş bir bahane olmuştur. 
  • Saldırganlıklarını yöneltebilecekleri birileri olduğu müddetçe, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağıyla bağlamak mümkündür.
  •  Nevrotiklerin içlerinde barındırdıkları intihar düşünceleri, aslında başkalarına duydukları ama kendilerine yönelttikleri öldürme güdüleridir.
  • Gün gelir hepimiz,  yanılsama olduklarını kabul edip, gençliğimizde insanlara ilişkin girdiğimiz beklentileri bırakır ve insanların fesatlıklarıyla hayatımızı ne kadar güçleştirdiklerini, bize ne kadar acı çektirdiklerini görürüz. 
  •  Nevrotik kişilerin psikanaliz edilmesi sayesinde, alt ıslatmayla, bir karakter özelliği olan hırs arasında yakın bir ilişki olduğu olduğu öğrenilmiştir.
  •  Psikanalizin amacı; insanları nevrotik mutsuzluklarından kurtarıp, mutsuzluklarını normal bir şekilde yaşamalarını sağlamaktır.
  •  Hayatım boyunca hep talihliydim; hiçbir işim kolay gelişmedi.
  •  İnsanlık, mantıksızlığı tepe noktasında yaşamaktadır. O yüzden mantıklı argümanla insanlık üstünde etki yaratılabileceği beklenmemelidir. Önyargıya karşı kimse bir şey yapamaz.
Kişisel Gelişemeyen Kız
1 Ekim 2016 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

AŞKTA KAYBEDEN BÜYÜK FİLOZOFLAR


Merhabaaa, kocamaaan bayram tatilini yiyen yutan mutlu insanlar olarak nasılsınız bakalım? Ben biraz çalışarak, az biraz tatil yaparak işte burdayım. 
    Havuz başlarının en şahane aktivitesinin kitap okumak olduğunu düşünen bir tek ben miyim?
   Yaz aylarında ağır kitaplara tahammül edemiyorum, madem tatildeyim, şöyle kafamı yormayacak kitaplara ihtiyacım var derim, onlara yönelirim. Geçen hafta havuz başı kitabım olarak belirlediğim kitabım: Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar... 
    Beni hiç yormadı, aktı gitti, üzerine bir de eğlendirdi, bilgilendirdi. Yaz aylarında ya da iş yoğunluğunda, hem takip etmekte sıkıntı çekmeyeceğiniz hem de okumaktan geri kalmayacağınız kitaplar istiyorsanız, graffiti, fıkra, kadın-erkek ilişkileri üzerine yazılan ve benim "salata" diye tabir ettiğim kitapları tercih edebilirsiniz ki; salata dedim diye yanlış anlaşılmasın, en güzel kafa dağıtan kitaplardır, verdikleri tavsiyeler bi halta benzemez ama güzel zaman geçirtir.
       Kitabın isminde filozofu görünce "ayy aman aman hiç gerek yok" demeyin, çünkü "vay arkadaş!" diyerek ağzınız açık okuyacağınıza eminim, fikirleriyle dünyayı, çağları etkilemiş koca koca adamların aşk karşısındaki çaresizliklerini. (spoiler alert: 84 yaşında bakir ölen var kız:)) Birçok şeyin aynılaştığı dünyada, farklıya saygı duyan biri olarak tavsiyemdir efendim "Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar"
        Henry David Thoreau diyor ki: "Onun bize olduğu kadar, bizim de ona ideal eş olduğumuzu düşündüğümüz biriyle tanışmamız pek nadirdir." 
    Aşk zor zanaat azizim, demek ki filozof da olsan... diyerek kaçıyorum ben. Keyifli okumalar...


Kişisel Gelişemeyen Kız
13 Temmuz 2016

23 Mayıs 2016 Pazartesi

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

Hola! Bir tiyatro oyunu tavsiyesiyle burdayım. Bu ara çok fazla oyuna gittim, o yüzden birkaç oyun tavsiye yayını yapacağım. İlk olarak "Bir Delinin Hatıra Defteri"...
   Amaaann bee o oyunu görmeyen kaldı mııı diye içinden söylenenler varsa, evet ben görmemiştim cınısı :)) O yüzden kapat çeneni! :)) Abla ciddi bir Genco Erkal hayranı olunca, ee 23 Nisan da doğum günü, ona en güzel hediye bu olur herhalde diyerekten aldım biletleri. Ya işte hediye konusunda o kadar yetenekliyim ki; kimse benim hediyemi geçemedi muhahhaahhahah :))
    Her neyse "Bir Delinin Hatıra Defteri" biliyorsunuz Türkiye'deki ilk tek kişilik oyun. Nikolay Gogol'un oyunu. İlk kez 1965 yılında sergilendi Genco Erkal tarafından. Oyunun 50. yılına özel bu yıl tekrar yorumlanarak sahneleniyor. Trump Towers Gösteri Merkezi'nde izledik biz. Allahım o nasıl bir enerjidir, o nasıl bir yetenektir yahu. Aslında Genco Erkal için "yetenek" kelimesini kullanmak istemiyorum, sanki yaşça genç olanlar için kullanılacak bir kelimeymiş gibi "yetenekli". Demem o ki; Genco Bey'i zaten severdim, oyundan çıktıktan sonra "deha" dedim, kesinlikle "deha". Yeteneğin çok ötesinde bir şeydi çünkü benim sahnede gördüğüm. Daha önce de izledim aslında farklı oyunlarda, bu kadar abandone olduğumu hatırlamıyorum. Oyun boyunca bir güldüm, bir ağladım, psikolojim bozuldu resmen, ruh halinden ruh haline sürüklendim. Rabbim uzun ömür versin ona, ve bize de onu bol bol izlemeyi nasip etsin.
   Oyun, Mayıs sonuna kadar çeşitli sahnelerde sergilenecek. Sezon bitmeden kaçırmayın izleyin. Gerçi tüm oyunlar için son gösteriler bunlar artık. Yaz dönemi başlıyor. Oyun tavsiyeleri için biraz gecikmiş olabilirim, olsun, seneye daha sıkı tutarız işi. 

Kişisel Gelişemeyen Kız
23 Mayıs 2016

20 Mayıs 2016 Cuma

FİLM TAVSİYE

Merhabaaa, evde bir başına bir akşam planlıyorsan, şöyle işten geldim, yemeğimi yiyeyim, ayaklarımı uzatıp nefis bir film izleyeyim; ki kolay iş değildir hea! Hangi filmi izleyeceğine önceden karar vermediysen tam bir kabusa dönüşüyor. Keyif yapayım derken moralin daha da bozuluyor. Nasıl mı? Önceden tavsiye filmleri not edip DVD'sini almadıysan veya internetten izleyeceksen ve filmin internete düşüp düşmediğini kontrol etmediysen vay haline! Ne izlesem ne izlesem diye pc'nin başında, ay düşmemiş mi bu film daha krizleri, bir dakika ya şu linki de tıklayayım belki bu site yüklemiştir umutları... Hepsi boş anacım, o kadar uğraşın sonunda bir bakıyorsun ki pc başında saatlerini harcamışsın, saat gece yarısını görmüş, sen filmi açamamışsın bile daha. Böyle çok geceler yaşadım da ondan söylüyorum. Ben size bi güzellik yapayım, beğenme garantili birkaç film tavsiye edeyim. Ben bi filmi çok beğendiysem illa insalar da izlemeli diye daraltıyorum da etrafımdakileri :))

O zaman buyrun...
Falling in Love...
Şimdi bir filmde Meryl Streep ve Robert de Niro oynar da o film izlenmez mi! Benim 2 favori oyuncum olur kendileri. İkisi de ne yapsa izlerim, sorgulamam! Birkaç ay önce denk geldim bu filme, o zamana kadar görmemişim tabi. Ohaa dedim, ben bu filmi nasıl görmem! Kendime üzüldüm resmen! :)) Canlarım film yapar da ben nasıl izlemiş olmam! Şöyle ki; hayat, kaç yaşında olursan ol bitmiş sayılmaz, hatta dönülmez yollara girdiğini düşünüyorsan da bitmiş sayılmaz, hele aşk için hiçbir zaman geç değildir. Wuhuu bu filmin reklamını ben yapmalıydım! İzleyin, izlemeyen benimle konuşmasın! :))
The Apartment...
Birçokları için idol Audrey Hepburn'dur ya, işte benim için de bu kadın! Shirley Maclaine... Filmin tatlılığını, hatunumun oyunculuğunu öve öve bitiremem... Siyah beyaz film sevenler, naif aşk hikayelerine bayılanlar kesin izlesin bi kere! The Apartment, gözde bir kadın ve ona umutsuzca aşık olan bir adamın hikayesi; ama nasıl tatlı bir adam... En sevdiğim... Ama yaaa diye diye izleyeceksiniz benden söylemesi...
My Fair Lady...
Yukarıda Audrey Hepburn'un bahsi geçmişken, buyrun bir Audrey Hepburn filmi. My Fair Lady, müzikal bir film. Genelde müzikal sevmem ama beni utandıran bazı müzikaller var bu film gibi. Filmdeki tüm şarkılar şahane ama günümüz kadın-erkek ilişkilerine ışık tutması açısından Audrey Hepburn'un seslendirdiği "show me" şarkısına kulak verin :))
Relatos Salvajes...
İspanyol sinemasının kendine has bir tadı var, sevmeyen hiç sevmiyor, seven uzak kalamıyor. Relatos Salvajes(Wild Tales) İspanyol sinemasının en iyi son dönem filmlerinden biri. Birkaç farklı hikayenin enfes bir şekilde işlendiği, izlerken hayretlere düştüğüm bir film. Alışılmışın oldukça dışında. 
     Hadi saatlerce pc başında film aranmaktan kurtardım sizi :)) İyi seyirler...

Kişisel Gelişemeyen Kız

20 Mayıs 2016